Amerikan rüyası kabusa dönüştü

Geçen haftaki yazımın başlığı “Kapitalizm üç büyük krize neden çare bulamaz? … Amerika böyle çöküyor” idi. Yazıyı okumayıp sadece başlığa bakanlar arasında bu ifadeyi vülger Marksizmin insanları maalesef fazlasıyla alıştırdığı sıradan anti-kapitalist propaganda sanacaklar çıkabilirdi. Oysa yazım sadece eleştirel teoriye değil somut olgulara, günümüzün gerçeğine dayanıyor ve sanki sonraki günlerde ABD’de yaşanacaklara işaret ediyordu.

O yazıda ele alınan ve kapitalizmin içine yuvarlandığı derin bunalımı gösteren tüm olgular geçtiğimiz hafta iyice belirgin hale geldi.

Çevre sorunları ve küresel ısınma bütün şiddetiyle devam etti, dünyanın her yerinde orman yangınları çıkarken, kuraklık başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde hasara yol açtı.

ABD’deki diğer kriz alanı enerjide, yakıt fiyatlarına karşı tepki o kadar arttı ki Biden bu ürünler üzerindeki vergileri 3 ay için askıya almayı önerdi. Ancak enflasyon yükselmeye devam etti, alınan önlemlerin bu kez durgunluğa ve işsizliğe yol açması olasılığı bizzat ekonomi yönetimindeki isimler tarafından dile getirilmeye başlandı.

Kapitalizmin insan psikolojisindeki sınırları yine gündemdeydi. ABD’de ateşli silahlarla yapılan saldırılar sürerken ABD Yüksek Mahkemesi silah taşımayı anayasal hak olarak vurgulayan bir karar aldı. Bu karar, eyaletlerin konuyla ilgili olarak alabilecekleri önlemleri de kısıtladı. Örneğin şimdi New York’ta herkes sinemaya elde “kaleşnikofla” olmasa da pekâlâ belde dolu ve emniyeti açık bir tabancayla girebiliyor.

Ancak kapitalizmin üstyapıda zorunlu bir kültürel gerileyiş dönemine girişinin asıl göstergesi yine Yüksek Mahkeme’nin kadın haklarını kısıtlayan kürtaj kararı oldu. Karar sonucu ortaya çıkan tabloda bazı eyaletler yasağı tanımayacaklarını açıklarken birçokları hemen daha ağır ve kısıtlayıcı önlemler almaya başladılar. Böylece ortaya çıkan manzara ABD’nin açık bir biçimde ikiye bölünmesi oldu. ABD gibi modern görünümlü bir toplumda geçmişin gerici ve kadınlara karşı ayrımcı akımlarının dirilmesi aydınlar arasında uygarlığın kendisi hakkında kuşkular uyandırdı.

AMERİKAN RÜYASI DİSTOPYAYA DÖNÜŞTÜ

Son aylarda tüm dünyada ve olgun demokrasiler olarak bilinen Batı ülkelerinde yaşanan inanılmaz ve kimilerinin “distopya” olarak adlandırdıkları gelişmeler hepimizi gelecek üzerinde düşünmeye zorluyor.

İnsanlar gibi toplumlar da kendileri üzerinde düşünürler mi? Kendi hakkında düşünen bir toplum “Aydınlanma” öncesinde mevcut değildi. Eski çağlarda yaşayan insanların aklına bir gün gelip de toplumlarının ekonomik ve sosyal düzenlerinin şu veya bu şekilde değişeceği gelmiyordu. Böyle bir düşünce çılgınlık, sapkınlık ve Tanrısal iradeye isyan kabul ediliyordu. İnsanlaşma ve özgürleşme sürecinin bir aşaması olan Aydınlanma buna son verdi. Tabii bunun için insan toplumunun filozof Hegel’in işaret ettiği bir aşamaya ulaşması gerekiyordu. Değişik toplum projeleri ortaya çıktı. İnsanlar kendi geleceklerini aralarında tartışmaya başladılar. Özgür toplumun kendi tarihini kendi yazan toplum olduğu fikir kabul görmeye başladı.

Ne var ki Soğuk Savaş’ta dönemin model ülkesi olan kapitalist ABD’nin dünyaya yayılarak egemenlik kurması Aydınlanmanın getirdiği bu özgür düşünce atmosferini yok etti. Reagan ve Thatcher ikilisinin otoriter neo liberal anlayışında kurulu düzen, yani kapitalizm ebediyen sürecek bir tanrısal irade sayıldı. Bu çizgideki ülkelerde “yeni bir toplum projesinden” söz etmek bile kimi zaman Stalinizm, Nazizm en azından otoriter devletçilik olarak etiketlendi. 20. Yüzyılın acı otoriter-liberal liderler tarafından birer korkuluk gibi kullanılarak düzene yönelik eleştirel tavır engellendi.

KAPİTALİZM DÜŞÜNMEYİ NASIL YASAKLADI?

Neo liberalizm sözde otoriterliğe karşı çıkarken bizzat kendisi hem de sadece paranın ve sermayenin gücüyle değil kamu araçları, istihbarat servisleri ve polis baskısıyla da toplumun kendi hakkında düşünmesini yasakladı. Çağdaş toplumun bir aktör olarak kendi sistemi hakkında tartışmayı bir yana bırakması onu giderek Ortaçağ toplumlarına benzetti. Konuşulmayan, tartışılmayan, herkesin para kazanmaya ve tüketmeye odaklanmasının istendiği bir toplum her türlü kötülük için bir bataklıktır. Böyle bir ortamda da dinci, tutucu, popülist, faşizan hatta Nazi özlemcisi akımların yeniden belirmesi bir bakıma kaçınılmazdı.

Bir toplum kendi içinde sorunlar ve çelişkilerle karşılaşıyorsa bunları aşmak için kendi üzerinde düşünmesinden başka yol yoktur. Ama bunun için toplumun kendisinin ayrımında olması, dünü, bugünü ve yarını olan bir yapı olduğunun bilincine varması gerekir. Bu aşamaya varamamış antik toplumlarda felsefi tartışmalar sosyal ve ekonomik yapı hakkında değil sadece yönetim biçimleriyle ilgili konularda örneğin monarşi, demokrasi, tiranlık gibi formlarla ilgili olarak yapılmıştır.

Eski Yunan filozofları insanın toplumdaki yerini düşünürken “nasıl ahlaklı ve faziletli olunur” sorusunun cevabını mevcut yapı içinde aramışlardır. Eflatun’un “ideal devleti” de o günkü devletin filozofun zihninde yer alan mükemmel bir hâlinden ibaretti. O dönemlerde hiçbir filozof değişik toplum yapılarının var olabileceğini düşünmüyordu elbette, bir hanedanın yerini başka biri alabilirdi ama toplum değişmezdi. Dolayısıyla Aydınlanma öncesi düşünce toplumun kendi üzerinde düşünmesi değil bireyin toplumla ilişkisinin düşünülmesiydi

Antik çağdan Ortaçağ’a, Avrupa örneğinde Grekoromen kültürden tek tanrılı dine geçiş insanın toplumla sınırlı da olsa özgür ilişkisinin Tanrı’yla olan ilişkisine dönüşmesiydi. Eskiden “toplum içinde nasıl faziletli olunur” sorusuna cevap arayan insanlar bu kez Tanrı’nın rızası nasıl alınır sorusunu sormaya başladılar. Aslında bu ilişkide de asıl içerik din aracılığıyla ve dolaylı olarak yine insanın toplum içindeki davranışlarıydı. Toplumun sosyal ve ekonomik yapısı ise hiç değişmeyecek şekilde düşünülüyor ve bu Tanrı iradesiyle de pekiştiriliyordu.

Aydınlanma öncesi insan düşüncesindeki bu özellikleri anımsatmamın nedeni şudur. Son yıllarda Batı’da düzenin kendisini konuşmayı yasaklatmayı başaran liberal ideoloji toplumsal sorunları ancak eski çağların “ahlak”, “fazilet”, “mutluluk” gibi metafizik kavramları etrafında ele alabiliyor. Bu anlamda dini düşünce ile liberalizm arasındaki tek fark ikincisinin seküler bir vokabüler kullanmasıdır.

DÜŞÜNSEL DÜŞÜNCE VE İŞLEVSEL DÜŞÜNCE

Batı toplumları kendi dün, bugün ve yarınları hakkında yani kendileri üzerinde düşünmeyi bırakınca o toplumların elitleri arasında da düşünenler değil “işlevsel” olanlar ön plana çıktılar. Gerçek devrimcilerin ya da reformcuların yerini “good governance” uygulayıcıları yani düzgün yönetimciler aldı. Bir anlamda temel bilimin yerine teknik geçti. “Düşünen düşünce” işlevsel düşünceye dönüşünce Aydınlanmanın yerini Ortaçağ kısır döngüsünün alması da olağandı.

Geçen hafta da değindiğim gibi dini düşünceye göre toplumu nasıl tanrısal irade yönetmekteyse, liberal düşüncede de kendisine Tanrı gibi kulluk yapılan piyasanın görünmez eli adeta her şeye hükmetmektedir. Bu arada İslamcı partilerde ve cemaatlerde hem gökyüzündeki Tanrıya hem de yeryüzündeki piyasa Tanrısına inanan bir çift Tanrılı din vardır ki bu akım Türkiye’de çok güçlüdür. Sonuçta liberal ya da İslamcı aydına göre kapitalist toplum değişmez, bireyin sorumluluğu ise içinde bulunulan toplum çerçevesinde “ahlaklı” olmaktır.

Bu hâl, bir gerileme olarak liberalizmin insanlığa düşün planında verdiği asıl zarardır ama sorunlara “ahlak” gibi öznel kavramlar temelinde çözüm aramak pratik olarak da büyük bir kargaşa doğurur. Çünkü belli bir yer ve zamandaki belli bir toplum yapısının dışında bir ahlak, pozitif olmayan mutlak bir ahlak yoktur. Örneğin “kadın sünneti ahlaka göre suç mudur, din özgürlüğü müdür” diye sorulduğunda ister istemez Sudan toplumu ile Batı Avrupa toplumu karşılaştırılacaktır. Bu nedenle gerek dini düşünce, gerekse liberalizm toplumlarda kargaşa ve gerilim ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamaktadırlar.

YENİ BİR TOPLUM MÜMKÜN

Bu çerçevede Türkiye’de Batı’dan yüzeysel şekilde edindikleri kalıplaşmış ezberleri yineleyen liberallerden duyduğumuz kapitalizmi tarihin sonu gibi ele alan yaklaşımlara aldırmadan yeni bir toplumun mümkün olduğu gerçeğini asla aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Dünyada ve Türkiye’de son dönemde yaşadığımız olaylar da bizi buna zorluyor. Yeşilci bir kapitalizm mümkün olmadığı gibi derin sosyal çelişkilerin yaşanmadığı bir kapitalist toplum da asla gerçekleşmeyecektir. En önemlisi de kapitalizm maddi açıdan kendi sınırlarına ulaştığı gibi insanlar da psikolojik olarak bu fetişist sisteme dayanmakta zorlanıyorlar, hem yönetilenler ve hem de yönetenler.

Kayahan Uygur

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir